
KATLİAM VE SOYKIRIM TÜRLERİ
İnsanlık tarihi “insan hakları” ve “insanlık suçları” gibi kavramların henüz bilinmediği ilk çağlardan beri sayısız savaşlara ve katliamlara tanıklık etmiştir. Sömürgecilik çağında Asya, Afrika ve Amerika kıtalarında bunlara yenileri eklenmiştir. “İnsan hakları” ve “insanlık suçları” gibi konseptlerin doğduğu milliyetçilik çağında da (ulus devletler çağı) katliamlar eksik olmamıştır. Özellikle Birinci ve İkinci dünya savaşları içinde büyük kırımlar yapılmıştır. Birinci savaşta ve onun bir devamı olan hemen sonrasındaki Türk-Yunan savaşında Ermeni, Süryani ve Rumlar (1915-23); ikinci savaşın eşiğinde ve içinde Dersimliler, Yahudiler ve Romanlar (1938-1945) feci kırımlar görmüşlerdir. Son onbeş yılda Rwanda (Nisan-Temmuz 1994), Bosna-Hersek (Temmuz 1995) ve Dafor (2003-2006)’da da benzer kırımlar görülmüştür.
Kitlesel katliamların/kırımların hepsi tıpatıp aynı türden değildir. Bir bölümü açık bir “yoketme amacı/niyeti” taşırlar. Bağlı olarak planlı/programlı, sistematik ve örgütlüdürler. “Genocide” (soykırım) olarak tanımlanan eylemlerin/suçların ayırt edici yönü “yoketme niyeti/amacı” taşıması, önceden planlanmış olması, programlı ve örgütlü olarak tatbik edilmesindedir.
9 Aralık 1948 tarihli "Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Birleşmis Milletler Sözleşmesi"nin 2'inci maddesinde soykırım (jenosid) aşağıdaki şekilde tanımlanmıştır:
"Ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu tamamen veya kısmen imha niyeti taşıyan aşağıdaki türden eylemlerden herhangi biri, bu sözleşmede soykırım anlamına gelmektedir:
(a) grubun mensuplarını öldürmek;
(b) grubun mensuplarına bedensel veya zihinsel/ruhsal zarar vermek;
(c) grubu fiziksel bakımdan tamamen veya kısmen ortadan kaldırmak için yaşam koşullarını bilinçli/kasıtlı şekilde hasara uğratmak;
(d) grup içinde doğumları/doğurganlığı önleyecek tedbirler dayatmak;
(e) grubun çocuklarını zor yoluyla başka bir gruba transfer etmek".
Burdaki “Genocide” (soykırım) tanımı, kısaltarak verirsek, “Ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu kısmen veya tamamen imha niyeti taşıyan...eylem” şeklindedir. Tarif budur. Maddenin geri kalanında, bu tarife uyan eylemlere örnekler verilmektedir. Bir eylemin/suçun “soykırım” olarak tanımlanması için a, b, c, d ve e şeklinde sıralanan bütün unsurları içermesi gerekmiyor. Bunlardan yalnızca birine uyması yeterli görülüyor. Tanımın özü, bir grubun farklılığı (ırksal, etnik, dinsel) nedeniyle “kısmen veya tamamen” “imha niyeti” taşıyan bir eylemin hedefi haline gelmesidir. “Kısmen veya tamamen” imha edilmesi gibi bir koşul öngörülmüyor. Sonuç ne olursa olsun eylemin bu “niyet”le yapılmış olması yeterli sayılıyor.
“Genocide” teriminin ilk kısmı (-gen/genos) Yunanca olup “soy” anlamına geliyor. İkinci kısmı (-cide) ise “öldürmek” anlamlı Latince bir sonektir. “Genocide”, bu iki sözcüğün kombinasyonudur. Anlamı “soykırım”dır.
Bu sözcük İkinci Savaş sırasında (1939-45) Naziler’in Yahudiler’e yaptığının adı olarak kullanıma girdi. İlk kez Nazi subaylarının yargılandığı Nürnberg Mahkemeleri’nde kullanıldı. Birleşmiş Milletler’in 1948’de imzalanan yukarıda sözünü ettiğim “Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması” sözleşmesinde bir tanıma kavuşturuldu. Bu tanım halen yürürlüktedir. Burada hangi tür suçların soykırım suçu kapsamına girdiği tarif edilmiştir.
Yahudi soykırımı daha çok “The Holocaust”, “Jewish Holocaust” gibi adlarla anıldı. İlk kısmı Yunanca, ikinci kısmı Latince olan holocaust terimi tümüyle yoketmek/yakmak anlamına gelmektedir. Bu olayda Alman Nazi rejimi tarafından Avrupa sathında yaklaşık 6 milyon Yahudi öldürüldü.
Ermeniler, Birleşmiş Milletler’in 1948 tarihli sözleşmesinden sonra uyandı. Bu sözleşmeden tam 17 yıl sonra, ilk kez 1965’lerde, 1915 yılında kendilerine İttihatçılar tarafından yapılanın da bir soykırım olduğunu gündeme getirdiler. Bu, kendilerine yapılan soykırımdan tam 50 yıl sonraydı. Ermeni diasporası 40 yılı aşkındır ki 1.5 - 2 milyon insanın yaşamını yitirdiği 1915’i işliyor. 1915’te Ermeniler’e karşı işlenen suç bugün yaklaşık 21 ülke tarafından “genocide” (soykırım) olarak resmen kabul edilmiştir. Hatta Ermeni soykırımı yaygın şekilde “the first true genocide” (ilk gerçek soykırım) olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Bunun anlamı jenosid denen suçun Naziler’den çok önce Türk ırkçıları tarafından işlendiğidir. Aslında Dersim soykırımı da Yahudi soykırımından öncedir. Naziler, yakından bildikleri bu iki tecrübeden çok şey öğrenmişlerdi. Bu tecrübelerden öğrendiklerini Yahudiler’e karşı kullandılar.
Türk-Yunan savaşı sırasında Kemalistler Pontus halkı ve Rum azınlığı kırım ve sürgünden geçirdiler. Yunanistan bu eylemin de “genocide” suçu kapsamına girdiğini öne sürdü. Ama bu tarif henüz yaygın kabul görmedi. Daha çok “Pontic tragedy” (Pontus trajedisi) olarak anılageldi.
Raunda, 7 milyon nüfuslu küçük bir Orta Afrika ülkesi. Nüfusu esas olarak iki ana etnik grup veya aşiretten bileşiyor: Hutular (%85) ve Tutsiler (%15). Raunda bir Belçika sömürgesi iken aristokrasisi Tutsi azınlıktan oluşuyordu. 1962’de Belçika’dan bağımsızlık kazanıldıktan hemen sonra yönetim el değiştirdi. İktidar Hutu çoğunluk tarafından gaspedildi. Ardından Tutsiler’e yönelik planlı bir saldırı başladı. 200 bin Tutsi komşu ülkelere sığındı. 1990’larda etnik tansiyon yükseldi. Hutular, yönetimi Tutsiler’le paylaşmaya yanaşmadılar. Raunda’ya yollanan BM Barış Gücü çatışmaları önlemekte başarısız kaldı. 6 Nisan 1994 tarihini izleyen 100 günde 800 bin kadar Tutsi, Hutu milisleri tarafından ayrımsız şekilde katledildi. Bu kırımı durduran BM Barış Gücü değil, komşu ülkelerde üstlenen Tutsiler’in oluşturduğu isyan ordusuydu. Soykırımı durduran, Raunda’yı işgal eden bu Tutsi kuvvetleri oldu (Temmuz 1994). Raunda’da olanlar farklı odaklarca farklı tanımlandı. Kimi “The Rwanda Massacre” (Raunda katliamı), kimi “ethnic cleansing” (etnik temizlik) veya “genocide” dedi. ABD ve BM, bu katliamı “genocide” olarak tanımlamaktan kaçındılar.
Bosna-Hersek’in Srebrenica bölgesinde Temmuz 1995 tarihinde 8 bin Bosnalı Müslüman (Boşnak) erkek Sırp milliyetçileri tarafından katledildi. Bu hadiseyi ikinci savaştan sonra Avrupa’daki en büyük “massmurder” (kitlesel-katliam) olarak tanımlayanlar oldu. Srebrenica’yı “UN protected safe area” ilan eden ve alanda bir Barış Gücü bulunduran BM, bu olayda da kırımı önlemekte başarısız kaldı. Hague’da oluşturulan “İnternational Criminal Tribunal for the former Yugoslavya”, Boşnaklar’a yapılanın bir “genocide” olduğuna karar vardi. Bu hüküm “The İnternational Court of Justice” (Uluslararaı Adalet Divanı) tarafından da onaylandı. 8 bin insanın hayatına malolan Boşnak örneği, soykırım tanımında niceliklerin belirleyici olmadığının bir kanıtıdır.
Dafor’da Sudan hükümeti tarafından desteklenen Sudan milisleri tarafından 2003-2006 yılları arasında Arap-asıllı ve Müslüman olduğu söylenen kuzey aşiretlerinden 450 bin civarında insan şiddet ve hastalıktan öldü (Sudan hükümeti bu rakamın sadece 9 bin olduğunu iddia etti). Milyonlarca insan yerinden yurdundan edildi. Medya’da bu olaylar “Ethnic cleansing” ve/veya ”genocide” olarak tanımlandı. ABD; sonunda “genocide” olduğunu söyledi. BM, soykırım demekten kaçındı.
Tüm bunlar insanlığa karşı işlenen suçlardır. Kiminde ırksal orijin veya etnik kimlik, kiminde dinsel-kültürel farklılıklar işlenen suçun sebebi olarak belirmektedir. Hepsi insanlık suçu. Ama bu suçların tanımı üzerinde bir fikir birliği nadiren görülmektedir. Böylece insanlık suçları kendiliğinden bir tasnife tabi tutulmaktadır. Bunlardan “Genocide” olarak tanımlananlar da tamamen aynı değillerdir. Aralarında hem ortak, hem de ayırıcı özellikler sözkonusudur. Yukarıda soykırım tanımını işlerken değindiğim gibi, “genocide” olarak tanımlananların hepsinde bir “imha amacı/niyeti”, plan/program ve organizasyon vardır. “Genocide” suçunu herhangi bir katliamdan ayırt eden temel kriter budur. Dersim katliamının bu temel kriteri içerdiği tartışılamaz. 1937-38’de Dersim’de yaşananlar Birleşmiş Milletler’in soykırım tanımı ile tamamen örtüşmektedir. Dersim katliamı, alalede bir katliam değil, bir soykırımdır. Aslında soykırım teriminin 1940’lardaki tanımı yaşanan yeni tecrübeler ışığında geliştirilmelidir de. Hiçbir tanım sabit ve değişmez değildir.
FERMANLAR VE FETVALAR: ÇALDIRAN’DAN 38’E TEDİP & TENKİL
Dersim 38 tekil bir olay değildir. Yüzlerce yıla yayılan sistematik bir kırımın bir parçasıdır. Çaldıran öncesinden başlayan katliamlar zincirinde bir halkadır.
Bu düşüncemizin dayanakları aşağıdaki verilerdir:
1937-8 basınından bir örnekle başlayalım:
Tan Gazetesi’nde Latif Erenel imzalı bir yazıda şöyle denilir:
“Dersim’de anlattıklarına göre şimdiye kadar Munzur kayalıklarına 108 sefer yapılmıştır. Bu 108 seferde de asker Dersim’in içine tamamen girememiş ve daima müteaddit bir taramadan sonra dönüp gitmiştir”
Açık ki, “Dersim’e sefer olur, zafer olmaz” sözünü üreten bu tecrübedir. İnönü’nün “sel seferleri” derken neyi kast ettiği de yukarıdaki satırlardan anlaşılabilir.
Bir örnek de Dersim Raporları denen seriden verelim:
1930 tarihli Halis Paşa Raporu’nda Dersim’in 1930 Pülümür tedibine kadar “en az 40 katliam” gördüğünün itirafı vardır. Halis Paşa, “Pülümür tedibi” ni (1930) yönetenlerden biriydi.
Aşağıdaki itiraf ise Türk İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya aittir:
Şükrü Kaya’ya göre 1876’dan 1935 (Tunceli Kanunu)’e kadar Dersim üzerine 11 cezalandırma seferi (askeri hareket, tedip ve tenkil) yapılmıştır.
Bu bilgiler birleştirilirse, Halis Paşa’nın sözünü ettiği “40 katliam”ın 29’u 1876’dan evvel, 11’i de 1876’dan sonra yapılmıştır sonucu çıkar.
Dersim Raporları’ndan bir diğerine göre 1900/1910 ve 1931 tarihleri arasında Dersim’de tedip edilmemiş aşiret kalmamıştır.
Tüm bu veriler alt alta yazıldığında 38’in beş-altı asırlık bir kırım sürecinde sadece bir an olduğu ortaya çıkar. Dersim’i “sorun” yapan da bu kırımlar silsilesidir.
Başka veriler de mevcut.
Bunlar da birer katliam belgesi niteliği taşıyan Padişah fermanları ve Şeyhülüslam veya Müftü fetvalarıdır. Osmanlı’da kanun, ferman ve fetvalardı.
İşte bunlardan yalnızca birkaç örnek:
Müftü Hamza’nın (ölm. 1521), Yavuz Sultan Selim’in emriyle 1514 Çaldıran Savaşı öncesinde yazdığı fetvadan birkaç satır:
“Ey Müslümanlar, bilin ve haberdar olun ki reisleri Erdebiloğlu İsmail olan Kızılbaş topluluğu peygamberimizin şeriatını, sünnetini, İslam dinini,....Kuran’ı küçük gördüler. Onlara sempati gösteren veya yardımcı olanlar da kafir ve dinsizdirler. Bu gibi kimselerin topluluğunu dağıtmak Müslümanlar’ın görevidir. Onların öldürülmesi vaciptir...”.
Şeyhülislam İbn-i Kemal’in fetvasından:
“Kızılbaş topluluğu/toplumu şeri yasalar gereği öldürülmeleri helaldir. İslam askerlerinden onları öldürenler gazi, (onlarla savaşta) ölenler ise şehittirler”.
Kanuni’nin fermanından:
Kanuni Sultan Süleyman Nahçivan seferine çıkarken Diyarbekir Beylerbeyi Ayas Paşa’ya Doğu’daki Kızılbaşlar’ın tamamen katlini öngören şu fermanı yollar:
“Kızılbaş lekesi olanlar hapis ile yetinmemeli,....habis vücutları ortadan kaldırılmalıdır. Kızılbaşlığa eğilim duyanlara gecikmeden fırsat ve mecal vermeyesin. Kızılbaş haramilerin memlekete zarar vermelerine imkan ve fırsat verilmemesini buyurup sağlayasın”
Kanuni dönemi (1545-74)’nde Kürt kökenli Ebusuu’ud Efendi’nin verdiği fetvalarla sayısız kırım yapılmıştır. Bu fetvalarda “İslam şeriatı” (İslam hukuku) bakımından Kızılbaş kırımlarının meşru olduğu, 7 Kızılbaş öldürene “Cennetin anahtarının” verileceği söylenir. İslam kurallarına, peygamberine ve kitabına (Kuran’a) karşı olanların katline ilişkindir bunlar. Ebusuu’ud Efendi, kendisine yöneltilen sorulara cevaben Mansur’a yapılanı yerinde bulur ve benzerlerine de aynısı yapılmalıdır der. Bir diğer buyruğu şöyledir:
“Soru: Kızılbaş topluluğunun dine göre topluca öldürülmesi helal midir? Bunları öldürenler gazi, bu sırada ölenler de şehit olur mu?
Cevap: Kızılbaşlar’ın topluca öldürülmeleri elbette dinimize göre helaldir. Bu en büyük kutsal savaştır (yani cihad, SC). Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur”.
Nakşi tarikatından Hırvat kökenli Kuyucu Murat Paşa’nın 1606’da Sadrazam olduktan hemen sonra yüzbinlerce Kızılbaş ve/veya Celali öldürüp kazdırdığı kuyulara gömdürdüğü veya kesik başlarından piramitler/tepeler yaptırdığının kayıtları vardır.
Bunlar yalnızca seçilmiş birkaç örnektir.
Dersim ve Kızılbaş mukavemeti işte bu zihniyete, bir devlet geleneğine dönüşen vahşet ve şiddete karşı geleneğimizin ced olarak tanımladığı Şah Hasan ve Seyit (Pir Sultan, Düzgün Bava) tarafından başlatılmış, Şah Kulu ve Hasan Halife (1511), Nur Ali Halife (1512), Şeyh Celal ve Kalender Çelebi ile sürmüş, Koçgiri (1920-21), Koçan (1926), Pülümür (1930) ve 1937-38’e dek gelmiştir. Maraş, Çorum, Malatya-Elazığ, Gazi ve Madımak (Sivas), aynı zincirin halkalarıdır. 24 Aralık 1978 Maraş katliamı sırasında “Allah Allah” nidaları eşliğinde atılan sloganlardan birkaçını hatırlayalım:
“Müslüman Türkiye”, "Kanımız aksa da zafer İslam’ın”.
Çaldıran’dan hemen önce yol boyunda Yavuz’un ordusu tarafından 40 ya da 90 bin kadar Kızılbaş’ın katledildiğini biliyoruz. 1970’lerde Maraş’ta, 1990’larda Sivas’ta atılan sloganların bu sıradaki zihniyetten hiçbir farkı yoktur. O dönemin fetva ve fermanlarında da tıpatıp aynı ifadelere rastlıyoruz. Kanuni’nin fermanında rastladığımız “Kızılbaş lekesi” terimiyle TC devletinin kurucu babalarının meclis açış konuşmalarında ve 1930’ların Türk basınında “Dersim lekesi” olarak karşılaşırız.
Osmanlı’nın şiddet, işkence ve infaz kültürü TC tarafından aynen devralınmıştır. Bir “redd-i miras” sözkonusu değildir. Osmanlı ve TC geleneği arasında bir süreklilik, bir devamlılık vardır. Katliamcı ve soykırımcı bir gelenektir bu. Soykırım dosyası bu zihniyeti, yönetim tarzı ve politik kültürü sürekliliği içinde sergileyip sorgulamak zorundadır.
Bir Genelkurmay yayını olan ve Reşat Hallı tarafından kaleme alınan “Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar” kitabında şu satırları okuyoruz:
“Haydutların sığındığı ağızları mazgallı taş duvarlarla kapatılmış mağaralar cesur askerlerimiz tarafından kuşatılmış, top ve makineli tüfek ateşinden başka 25. Alay’dan gönderilen istihkam müfrezesi tarafından tahrip kalıpları atılmak suretiyle mağaralar tahrip edilerek içindekiler öldürülmüş, can havliyle dışarı fırlayanlar da ateşle imha edilmişlerdir. Böylece tarama sahası içindeki mağaralarda toplam 216 haydut imha edilmiş, ayrıca 12 haydut cesedi Munzur Suyu üzerinde görülmüştür”/
12 Temmuz 1938 tarihli bu vahşet kendi türünde tek değildir. Bunun sayısız örnekleri vardır. Böylesine bir vahşeti bu dille anlatabilen bu alçak ve kahpe geleneğin uluslararası mahkemelerde ve diğer kurumlarda mahkum edilmesi için her şey yapılmak zorundadır. Osmanlı ferman ve fetvalarındaki zihniyetle bu satırlardaki zihniyet bir ve aynıdır. Dil ve üslup da öyledir. Fermanlardaki “harami”nin yerine “haydut” demenin ötesinde bir fark yoktur.
1937-38 DERSİM KATLİAMI BİR SOYKIRIMDIR
Takrar ediyorum:
38, tekil bir olay değil, Çaldıran`la başlayan sürecin devamıdır. Çaldıran’dan 38’e en az 40 Dersim-Kızılbaş soykırımı yapılmıştır. Bu kırımların hepsinde fetva ve fermanlarda açıkça görüldüğü gibi bir önceden “imha niyeti/amacı” vardır. Hemen hepsi, planlı ve örgütlüdür. 1937-38 de öyledir. Kısacası, bu katliamların hemen hepsi birer soykırımdır.
BM sözleşmesinde “genocid” (soykırım) olarak tarif edilen eylemlerin/suçların ayırt edici yönünün “yoketme niyeti/amacı” taşıması olduğuna işaret etmiştim. Bu niyet Çaldıran’dan 38’e hep varolmuştur.
1937-38 kırımındaki “imha amacı/niyeti” bu kırımın birinci derecede sorumluları olan Türk devletinin kurucu babalarının ağzından ifşaa edilmiştir.
1936 yılındaki meclis açış konuşmasında Mustafa Kemal aynen şöyle demektedir:
“Dahili işlerimizde en mühim safha Dersim meselesidir. Bu yarayı, bu korkunç çıbanı kükünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı (dır)”.
Bu konuşmadaki “Dersim meselesini...kökünden kesmek” ibaresi, tamda BM’in jenosid tanımında atıfta bulunulan niyettir.
1937’de Başbakanlık görevinde bulunan İsmet İnönü, önceki tüm Dersim seferlerini “sel seferleri” olarak tanımlayıp 1937-38’in öncekilerden tamamen farklı olacağını söylerken bu aynı niyeti/amacı ifade ediyordu.
29 Haziran 1938 tarihli meclis açış konuşmasında Başbakan Celal Bayar aynı amacı bir kez daha şu şekilde vurgluyordu:
“Dersim denilen işi sureti katiyede tasfiye etmek,...bir tarama hareketiyle....kökünden söküp atmak..”.
Cumhuriyet Başyazarı Yunus Nadi 17 Haziran 37’de şöyle yazıyordu:
“Türk vatanının ortasında Dersim bir leke idi”.
Bu sözlerin Kızılbaşlar’ın tamamen imhasını emreden Kanuni’nin fermanındaki “Kızılbaş lekesi” sözünden hiçbir farkı yoktur.
Türk Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un Ağrı ve Pülümür tedip ve tenkilleri sürerken sarfettiği şu sözler de aynı minvaldedir:
“Bir Türk ülkesinde Türk olmayanların bir tek hakları vardır. Türk milletine köle olma hakkı, asil Türk milletine uşaklık etme hakkı” (Bkz. Milliyet, 19 Eylül 1930).
M. E. Bozkurt’un bu sözleri ile Genelkurmay’ın 27 Nisan Muhtırası’nda geçen “Ne mutlu Türk’üm demiyenler düşmandır ve hep öyle kalacaktır” şeklindeki ifadeler tamı tamına aynıdır.
Türk İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın bir süre önceki raporuna dayalı raporunda da aynen şöyle denilmektedir:
“Dersim’in ıslahı acil ve kesindir. Dersim Sorunu’nun bitirilmesi acil ve şarttır”
(Bkz. Şükrü Kaya’nın Kasım 1931 tarihli raporu).
Fevzi Çakmak ile Şükrü Kaya’nın raporlarında daha 1930-31’lerde sürgün edileceklerin bir listesi de çıkarılmıştır.
Tüm bunlar 1937-38’in bir raslantı olmadığının, Dersim’i “imha amacı” ile daha 1920’lerde tasarlanıp Birinci Umumi Müfettişliğin kurulduğu 1927’den itibaren tatbik edilmeye başlanan bir programın parçası olduğunun kanıtlarıdır. Bu programa “Dersim programı” (Dersim ıslahatı, Dersim’in medenileştirilmesi/kurtarılması) adı veriliyordu. Bu program bir plana ve takvime göre örgütlü şekilde hayata geçirildi. 1935 Tunceli Kanunu, icraatın hukuki kılıfıydı. Bu kanunla oluşturulan Dördüncü Genel Müfettişlik icra makamıydı.
Tüm bunlar Dersim’de beş-altı asırdır süregelenden farklı bir durum yokken, bir isyan sözkonusu değilken kararlaştırılıp tatbik ediliyordu. Nitekim Tunceli Kanunu meclisten geçtikten bir gün sonra Ulus Başyazarı Falih Rıfkı Atay, “Bu kanunun sebebi ne bir isyan ne de buna benzer anormal bir haldir, müzmin bir hastalığı kökünden gidermektir” diyor, “kan dökmek için...isyan bekleyemezdik” diye ekliyordu.
1937-38’de yaşananlar hakkında mağdurun kendisinin, yani bizzat Dersimli’nin ne düşündüğü en önemlisidir. Dersimli, bu tarihte yaşadıklarını kendi dilinde “Tertele” olarak tanımlamıştır. Bu sözcük jenosid terimiyle anlatılmak istenen şeyin ta kendisidir. Dersimli bu hadiseyi kendi vicdanında soykırım olarak mahkum etmiş, bir takvim başlangıcına, yani Milat’a dönüştürmüştür.
Hasılı, Dersim soykırımı bir realitedir.
Dersim soykırımında BM tanımında soykırım için örnek olarak gösterilen eylemlerin hemen bütün biçimleri adeta biraradadır. Örneğin bunlardan (c) şıkkında “grubu fiziksel bakımdan tamamen veya kısmen ortadan kaldırmak için yaşam koşullarını bilinçli şekilde hasara uğratmak”, soykırım suçu kapsamına girer denilir ki, bu suç hemen bütün Dersim tedip ve tenkillerinde işlenmiştir. Sözgelimi Dersim raporları “Dersim’e buğday ithalini menetmek” türünden ifadelerle doludur. Her tedipte ilgili aşiret veya aşiretlerin tüm servetlerine (hayvan varlığına, erzakına, vd) “ganimet” adı altında elkonmuş, köyleri ve ekinleri kasıtlı olarak yakılmıştır. Bir anda her şeyini yitiren aşiret, bir zaman sonra toparlandığında yeni bir tediple geri eski haline getirilmiştir. Bu uygulama Dersim tedip ve tenkilllerinde bir geleneğe dönüşmüştür.
Kısaca toparlarsak:
1938’de bir nesil (çocuklar), bir cins (kadınlar), bir sosyal grup (aşiret & ocak büyükleri), bir toplumsal birim (aşiret), bir etnik grup (Dersimliler), bir dinsel-kültürel topluluk (Kızılbaşlar), “imha amacı/niyeti” taşıyan önceden planlanmış bir eylemle kırımdan geçirilmiştir. Dersim soykırımının temel özellikleri bunlardır.
MAHKEMEYE SUNULACAK DİĞER BELGELER
*Görgü tanıklarının anlatımları ve harita üzerinde kırım mevkilerine dair bilgiler
*Belgesel filmler & kasetler
*4 Mayıs 1937 tarihli gizli Bakanlar Kurulu Kararı
*Uçaklarla dağıtılan hükümet ve Dördüncü Umum Müfettişlik bildirileri
*Tan, Kurun, Ulus, Vatan, Altan, Son Telgraf, Cumhuriyet gibi gazetelerin 1937-38 nüshalarındaki ilgili haber, yazı ve fotoğraflar
*Dersim Raporları adıyla bilinen resmi metinler
*Elazığ İstiklal Mahkemesi savcısı Hatemi Şahamoğlu’nun hazırladığı iddianamenin tam metni
*Tunceli Kanunu’nun metni
*Elazığ Yargılaması (15 Ekim-15 Kasım 37) ve infazlara dair belgeler
*Sürmekte olan kırımın durdurulması için 20 Kasım 1937’de İsviçre’deki Milletler Cemiyeti’ne yollanan dilekçe
*Genelkurmay tarafından yayınlanan Reşat Hallı’nın kaleme aldığı “Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924-38)” kitabı
*1937-38’e ait fotoğraflar
*Meclis Tutanakları
*Jandarma Umum Kumandanlığı’nın “Dersim” adlı kitabı
*Genelkurmay Askeri Tarih ve Strateji Etüt Başkanlığı Arşivleri (ATAŞE)’nden kısımlar
*Yabancı elçiliklerin raporları ve dış basın ve yayın organlarındaki yorumlar (Şam’daki El İhbar, İngiliz Times gazeteleri, Londra Radyosu, vd)
SOYKIRIM VE SÜRGÜNÜN BOYUTLARI
M. Nuri’ye göre Dersim nüfusu 1927’de 270 bindir. Bu rakam sadece Hozat, Pertek, Ovacık, Çemişgezek, Çarsancak, Nazımiye ve Mazgirt ilçelerinin nufusudur.
Üçüncü Ordu Kumandanı Halis Paşa Raporu’nda 1930 yılında Dersim nüfusunun 60-70 bin olduğu söylenir.
Şükrü Kaya’nın 1931 tarihli raporunda Dersim nüfusu 150 bin olarak gösterilir.
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün Genel Nüfus Sayımları’na ilişkin verilerine göre 1935 “Tunceli” nufusu 101.099’dur.
Elazığ İstiklal Mahkemesi savcısı Hatemi Şahamoğlu’nun iddianamesine göre 1937 Dersim nüfusu 110 binden fazladır.
18 Haziran 1937 tarihli Kurun Gazetesi 1937 Dersim nüfusunu 50 bin olarak göstermektedir.
1937’de Dersim aşiretleri adına İsviçre’deki Milletler Cemiyeti’ne yapılan başvuruda Dersim nufusunun 500 bin olduğu yazılıdır (Bkz. Vecihi Timuroğlu, Dersim tarihi, 1991).
DİE rakamlarına göre Dersim nüfusu 1940 sayımında 90.636, 1950 sayımında 105.759, 1955 sayımında 121.743’tür.
Şu anda elimdeki veriler bunlar.
1927, 1931, 35 ve 37 yıllarına ait yukarıdaki rakamlar 1940 sayımındaki verilerle kıyaslanırsa kabaca 100 bin ile 400 bin arasında değişen bir nüfus kaybı bulunduğu görülür. Buna bahse konu dönemde Dersim’de nüfus artış oranının yüksekliği ile kayıt-dışı nüfusun büyüklüğü hesaba katılmak zorundadır.
Sürgün de Dersim’de sıkça başvurulmuş bir uygulamadır. Bu uygulama Tanzimat’a kadarki süreç dışta tutulursa, 1850 veya 1860’lardan itibaren başlamış, 1907/8’de sürmüş, 1937-38’de doruğuna varmıştır. Şükrü Kaya’nın 1931 tarihli raporunda 91 aşiret, 347 büyük evden toplam 3470 kişinin sürgünü planlanmıştır. Uygulamada bu rakam onbinlere ulaşmıştır.
Niceliklerle fazlaca ilgilenenlere 1937-38'de yaşamını yitirenlerin sayısını Çaldıran'dan 38'e kadarki toplamı elde etmek için en az 40 ile çarpmalarını öneririm.
|